22 Ağustos 2012 Çarşamba

Anime: Hakuouki


     Şimdi biraz animelere girişelim. Önceleri Bleach ve Naruto gibi animeleri izlediğimde vurdulu kırdılı savaş animelerinden soğumuştum. Çünkü Bleach’te olayları uzattıkça uzatıyorlar ve İchigo dövüşürken geriye doğru roket gibi fırlayınca 5-10 tane bina içinden geçmesine rağmen zor da olsa toparlanıyor ve dövüşmeye devam ediyordu, bu da bana fazla abartılı geldi. En az 30 kere oldu bu ve her seferinde kalktı ayağa lanet olasıca! Öl lan sen de insansın! Naruto’ya gelirsek haklı olarak Sakura’ya her bölüm küfür ediyordum ve Naruto’nun her cümlenin sonunda ‘dattebayo’ demesinden sıkılmıştım. O yüzden iki animeyi de yarıda bıraktım. Uzun bir aradan sonra Hakuouki çıktı karşıma. Baktım, çizimleri güzel, karakterler taş gibi. Niye izlemeyeyim!? Başladım izlemeye ve bir solukta hepsini bitirdim. Hatta hızımı alamayıp 1. sezonun sezon finalini atlayıp direk 2. sezona geçmişim. 2. sezonun sonlarına doğru bunu fark ettiğimde feleğim şaştı.


     Hakuouki Japonya tarihini anlatan samuraydır, shogundur, bakufudur öyle bir anime. Olaylar 1987-1989 yılları arasında geçiyor. Tam da Edo dönemi'nın bitişi, shogunluğun zayıflayıp çökmesi; yeni hükümetin yönetimi ele geçirişi, yani Meiji döneminin başlangıcı. Yani huncahınç savaş dolu bir anime. Kimin kimin tarafında olduğu, ne yaptığı, hangi ilkeler doğrultusunda savaştığı, kim dost kim düşman belli değil. Değişmeyen tek şey Shinsengumi'nin ilkeleri ve uğruna kılıç salladığı değerler. Animemizin konusu da Shinsengumi adı altında toplanmış bu samuraylar etrafında dönüyor.
   
     Esas kızımız Yukimura Chizuru uzun zamandır haber alamadığı babasını aramak için Kyoto'ya gider ve Rasetsular ile Shinsengumi üyeleri arasındaki bir dövüşe tanık olur. Fakat bu görmemesi gereken bir şeydir. Bu yüzden Shinsengumi Rasetsuları yok edip olay yerindeki Chizuru'yu gözetimi altına alır. Sonrasında ise Chizuru'nun, onların da aramakta olduğu doktorun kızı olduğunu öğrenir ve onu korumaya karar verirler. Chizuru zamanla onların güvenini kazanır ve o da Shinsengumi'nin bir parçası olur. O kadar erkek içinde de gönlü birine kaymaya başlar.

     Bu animeyi izledikten sonra Japon tarihine daha bir ilgi duyar oldum ve anime afişlerinde samuray gördüm mü indirdim, ansiklopedileri sildim süpürdüm, wikipedia'yı alt üst edip Japonya tarihi profesürü olup çıktım. Çok heyecanlı ve sürükleyici bir tarihleri var. Anime tarihteki gibi tüm olayları birebir doğru anlatmış fakat biraz fazla saf ve masum anlatmış. İçine biraz shoujo katılmış zaten baş rolde de Chizuru var işte, saf, sevimli bücürük; tipik shoujo karakteri. Reverse Harem olunca da ne beklersin, "Karı kız otursun da milletin hırlaşıp durmalarını katliamları mı izlesin?" diyerekten almışlar bu Chizuru'yu erkeklerin ortasına atmışlar ki erkekleri biraz yumuşatsın, savaşçı ruhlarını azıcık yatıştırsın. Biz de erkeklerin bu hallerini yavru kedi gözleriyle izleyelim peh...



     Animenin 2. sezonu Meiji dönemini konu aldığından yeni hükümetin ordusu eli kılıçlı samurayları oldukları yerde topla tüfekle dürüyolar. Çorap söküğü gibi olaylar böyle devam edip daha da beter oldukça romantizmi de arttırıp işin cılkını çıkarmışlar. Duygu yüklü sahneleri öyle bir boca etmişler ki tam o kadar savaşın içinde ben de havaya girip kan görünce gözlerim parlamaya başlamışken serinin sonunda kendimi duygu patlamasıyla ağlarken buluverdim. Fena da olmadı, azcık insanlık geldi içime. Bayan izleyicileri bu kadar dokunaklı sahneler ve romantizmle ekrana çekmek istiyorsanız senaryo yazmanıza, hayal gücünüzü bu kadar zorlamanıza gerek yoktu sevgili senaristler. Bırakın 20 dk boyunca Saitou-san kessin biçsin, Sano delsin geçsin, Souji'yi bırakın şöyle eli çenesinde dingin bakışlarla sakuraları izlesin. Hatta Hijikata'yla Kazama'yı salın çayıra birbirlerini yesinler. Senaryo olay örgüsü filan değil, asıl adamlardaki karizma reyting yapıyodur.



     Animenin 3. sezonu da var fakat ben 2. bölümde bıraktım. Shinsengumi'nin kuruluşunu konu alıyordu, ben de merak edip hevesle başladım izlemeye de baş role koymuşlar yeni birini. O da ergenin isyankar veledin teki. Dedim ben senin kaprislerini mi izleyecem ulen? OVA'larını da izleyeceğim ilk fırsatta. Kolaylık olsun diye başlamak isteyenler için sıralamayı yapayım. Zira ben sezonları, OVAları hangi sırayla izleyeceğimi bulmak için bayağı bir araştırma yapmak zorunda kaldım. Hakuouki Shinsengumi Kitan, Hakuouki Hekketsuroku, Hakuouki Sekkaroku (OVAlar), Hakuouki Reimeiroku. Sonra da 2013'ü beklersiniz artık filmi çıkacakmış iki parçalık.


14 Ağustos 2012 Salı

Çin'den gelen bir ses: Erhu

     Erhu, Çin müziğinin temel taşlarından olan 1000 yıldan fazla bir tarihe sahip iki telli geleneksel bir müzik aletidir. Duygulu, dokunaklı, insan sesini andıran etkileyici sesiyle bence kemana bile taş çıkartır. Gözlerinizi kapatıp kendinizi erhunun saf ve sürekli ton değiştiren sesine verdiğinizde sizin de yüz ifadeniz ve ruhsal durumunuz bir anda değişiverir. Ritim değiştikçe siz de o ritimle birlikte sürüklenir, sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. Sanki bir hikaye anlatır size. Bu sıcak yaz günlerinde rüzgarın serin esintisini ve deniz sularının buz gibi derinliklerini hissedersiniz.

     
     Bu muhteşem sesi çıkartan erhu, Çin'de saplarının uzunluğuna ve teknelerinin büyüklüğüne göre nanhu, conghu veya cinghu diye adlandırılırlar. Kutu şeklindeki teknesi kızılağaç, karaağaç ya da sandal ağacından yapılır ve bir tarafı yılan derisiyle kapatılır. Erhuya onun karakteristik sesini de bu yılan derisi verir. Bambudan yapılma, at kılından reçineli bir yayla çalınır. Yayın reçineli kılları erhunun iki telinin arasında durur ve hiçbir zaman müzik aletinden ayrılmaz. Uzun çubuk gibi sapının tepesinde iki büyük akort vidası ve aşağısında üst eşik görevini gören, sapa bağlı bir sicim vardır. Erhunun klavyesi yoktur ve sanatçı notaları, tellere sapa değdirmeden parmak uçlarıyla basarak çıkartır.

     
     Jia Peng Fang her zaman beni en çok etkileyen erhu müzisyeni olmuştur. Sekiz yaşında erhuyu eline alıp kendi kendine ustalaşmış. Kültür Devrimleri olmuş, tarlalarda çalışmak zorunda kalmış ama erhuyu elinden bırakmamış. Yeni iş olanakları için Japonya'ya gitmiş ve Katsuhiro Hattori tarafından keşfedilerek album çalışmalarına başlamış. New York'taki performansıyla dikkatleri üzerine toplayarak batı ve çin halk müziğini buluşturan "RIVER" adlı debut albumüyle Amerika ve tüm dünyaya sesini duyurmuş, erhuyu tanıtan önemli bir kişi olmuş. River dışında beş albumü daha var. Bunlardan birine sanatçının en iyi parçaları alınmış. Onun parçalarında piyano, keman, gitar, ve flüt arka plandadır. Erhu ön planda sanki bir vokalist gibi şarkı söyler. 


     Canlı performanslarıyla tüm kalabalığı etkisi altına alır, adeta hipnoz eder. Dünyada üç tane Jia Peng Fang olsa tüm dünyayı ele geçirirler valla. Bu adama hayranlığımdan dolayı onun konuşmasını duydukça Çinceye daha bi ısınır oldum ama yok yani hala pek güzel gelmiyo kulağıma Çince. Bunun üzerinde Kore'de trende 2,5 saatlik yolculuğum boyunca ortamda bulunan Çinlilerin nefes almadan car car konuşmalarının büyük etkisi var. Kafamı delmişlerdi ya Çinlilerden nefret ettim. 3-4 kişinin kusuru tüm Çinlilerin üstüne yıkıldı yani. Ama bu önyargımdan kurtulmak istiyorum. Koskoca Çin bu. Adamlarda kültür var ruh var. Jia Peng Fang gibi bi adam çıkarmışlar saygı duyarım. Bu adamı sevmemek mümkün mü?



     Diğerleri gibi çalmıyor bu adam. Aşağıdaki amcalar da iyi çalıyo. Aynı parça ne kadar da değişik çalınabiliyor, fark çok bariz. Alttaki Xuewen Gao erhu dışında viyolonsel de çalıyor, adam ilah.



Son noktayı da Jia reyizin çok sevdiğim başka bir parçasıyla koyalım. Maksimum video sayısını aştım herhalde :) Kelimelerle ifade edilmez çünkü, dinlenir. Anca o zaman erhunun büyüsü daha iyi anlaşılabilir.


8 Ağustos 2012 Çarşamba

"Anatanokotoba" Derken?

     Sizin de anlayabileceğiniz gibi anatanokotoba japon dilinde bir sözcük grubu. "Romaji"yle, yani japonca okunuşun latin harfleriyle yazılmış hali. Sözcük gruplarını ayıracak olursak Anata no Kotoba (貴男の言葉) şeklinde yazılır yani:
    
                                    Anata-no-Kotoba = Sen-in-Sözlerin

anlamına gelir. Kotoba, söz; anata, sen demektir. 'No' ise aitlik ekidir.


     Gelgelelim ben bu ismi nerden uydurdum: Bilinçaltıma yerleşmiş olacak ki 'kotoba' sözcüğünü sanki bir animenin isminin içinde gördüğümü hatırlıyorum. Anlamına da sözlükten açıp bakmamıştım ama kelimeyi görünce bana söz, kelime kavramlarını çağrıştırmıştı. Benim gibi her izlediği filmde, hangi dilde olursa olsun, pür dikkat kesilerek altyazı yardımıyla birkaç kelime öğrenmeye çalışan kişiler bilir. Bir dili sürekli dinleyince insan bir süre sonra kelimelerin anlamlarını tahmin edebiliyor. Anime ve japon dizi-filmleri izleye izleye bana bu oldu. Bir japonca kelime duyunca "Heh bunu şu animede duymuştum, altyazı neydi?" diye anlık şeyler düşünüyorum. "yaroo", "çikuşou", "kuso", "teme", "temera", "tamaşii", "tsuki", "ikuzo/ikuze" gibi çoğu kaba ve insanı gaza getiren sözcükleri duyunca direk Bleach aklıma geliyor mesela :) (Neko diyince de gözümde Matsomoto'nun Zanpaktousu nam-ı diğer Haineko canlanıyor.)
    
     Japonca aslında o kadar kolay bir dil ki, kelimeleri hatırlaması da hiç zor değil. Farkında olmadan birçok kelime aklımda kalmış benim. Bir tek yazması zor. Yoksa hem gramer özellikleri Türkçe'ye benziyor -fiil sonda filan-, hem de telaffuzu hiç zor değil.
     

     Japonca hakkında daha sonra tekrar bir yazı yazacağım. Japonca öğretmeye girişmeyeceğim tabi. Sadece biraz bahsedeceğim Japonca'dan. O kadar da bilgim yok öğretecek kadar, o kadar iddialı değiliz :) Ama herhangi bir sorunuz olursa neyi nereden bulacağımı çok iyi buluyorum, biraz yardım edebilirim. Zor sorular sormayın ama onegai :)

7 Ağustos 2012 Salı

Merhabağlar!! Konniçivaaa

     Merabalar, öncelikle Uzakdoğu koliklere ben televizyonda Dexter izlerken oturduğum koltuktan selamlar olsun. Aslında bu diziyi takip etmem ama hazır bizimkiler salonu klimayla bir güzel soğutmuşken ben de gelip oturayım, oturmuşken bir de laptopu esir alıp blog açtığımı ilan edeyim dedim.

     Valla bu blog günlük gibi olacak gibi gözüküyor çünkü malum yaz tatili; sürekli bir tembellik, sıcağın verdiği otursam da kalkmasam durumu... Aklıma ne gelse boş boş bir şeyler yazıcam derken dizi psikopata bağladı, bu nasıl fantezik bir cinayet! Neyse.. Umarım burayı sıkıcı şeylerle doldurmam. Çok gezen biri olarak orda burda çektiğim fotoğrafları, ilginç olayları yayınlarım, izlediğim filmleri paylaşırım incelemesini yaparım artık Allah ne verdiyse. Tabi ki yapacağım her yayın Uzakdoğu'ya yönelik olacak.

     Bu blogu Japonya ve Kore hakkında ne bildiysem ne düşündüysem kusacağım bir yer olarak nitelesem yerinde olur. Korecilerin tavsiye edeceği bir blog olmaz herhalde çünkü Korean stuff'a daha yeni yeni başladım. Daha çok Japonya'yla ilgili şeyler paylaşacağım siz sevgili okurlarla. Ama Korecilerin de dikkatini çekecek şeyler saklı ben de. Merak edin merak edin :) Kore'ye gidip gören, Japonya'yla sürekli karşılaştırmasını yapıp duran, insanlarını inceleyip duran, Kore yemeği yemekten ayıptır söylemesi bağırsaklarını bozan biri olarak çok değişik dükkanlar gördüm valla. Resimlerini paylaşırım gelecekte. Bir blogçu havasına gireyim de önce.

     Neyse şu an Home Tv'ye geçiş yapıp mükemmel bir pizzanın yapılışını izlerken bir yandan da sizi uyarayım: Mekanı bulmuşken arada saçmalayacağım, biliyorum. Siz de anlamışsınızdır zaten. Ama elimden geleni yapıp mümkün olduğunca düzgün yazılar yazacağım ve yazılarımla size okuduktan sonra saçmalıklarıma katlandığınıza değecek güzel bilgiler vermeye çalışacağım.  Ama okumasanız da olur yani, ben buraya içimi döküp rahatlayayım da kim okursa okusun. Böyle de ağırlığımı koyarım :)

     Sağlıcakla kalın, Mata aimaşou!

Bu da Seul, Tapgol Park'da hazır bu şirin pozu yakalamışken çektiğim resim :))